TAŞI OYDUK, İZ BIRAKTIK.. TÜRK’ÜN ANADOLU’DAKİ SESSİZ İZLERİ

Dünən, 17:04           
TAŞI OYDUK, İZ BIRAKTIK..
Tarih Kitap Yazmazsa, Taşlar Yazar
“Orhun Anıtları Türklerin önsözü değil, taşlar üzerindeki son sözüdür.” diyenlerin yüreğinde, sadece bir tarih bilgisi değil, bir aidiyetin, bir ruhun ve bir hafızanın sızısı yatar. Çünkü tarih, sadece geçmişi anlatmaz; bugünü de şekillendirir, geleceğe de yön verir. Biz Türkler için ise tarih, taşlara oyulmuş bir kimliktir. Bu kimliği bazen bir alp ereni anarken, bazen de yüzyıllar öncesine ait bir damgada keşfederiz.
Malazgirt Zaferi, çoğumuzun zihninde “Türklerin Anadolu’ya girişi” olarak yer eder. Ama son yıllarda artan bulgular, bu topraklara gelişimizin Malazgirt’ten çok daha önce olduğunu gösteriyor. Ankara’nın Güdül ilçesine bağlı Salihler köyünde, dağların yamaçlarında bulunan kaya resimleri… İlk bakışta sadece eski çağlara ait çizimler gibi görünse de, dikkatli gözler burada bir atın gövdesini, bir kurdun duruşunu, bir damganın anlamını ayırt ediyor. Kimileri bu figürleri, Orta Asya’daki Türk petroglifleriyle karşılaştırıyor. Aradaki benzerlik düşündürücü… Çünkü bu taşlar, binlerce yıl öncesinden bizimle konuşuyor gibi.
Benzer izler Hakkari dağlarında, Ordu yaylalarında, Orta Asya’dan gelen kültürel motiflerde de karşımıza çıkıyor. Hakkari’de bulunan ve 10.000 yıl öncesine tarihlenen dikili taşlar üzerindeki figürler de, bugün bile üzerindeki anlamları tam çözemediklerimiz arasında. Fakat içimizde bir his var: Bu taşlar bize ait olabilir. Belki tam anlamıyla “Türk” demek için erken; ama Türk’ün öncül kültürel kimliğine dair çok önemli ipuçları barındırıyor.
Bir de Türk milletinin taşı olanla kurduğu eşsiz ilişki var. Taşa kutsiyet atfetmeden, onu bir varlığa çevirmeden, sadece üzerine düşüncelerini, yasını, öğüdünü, şanını kazıyan bir anlayış… Ne diyordu Bilge Kağan: “Üstte mavi gök çökmedikçe, altta yağız yer delinmedikçe, senin ilini, töreni kim bozabilir?” Taşa oyulmuş bu söz, sadece bir anıt değil, bir direniş, bir hafıza, bir millet manifestosu.
Bugün Anadolu’nun dört bir yanında binlerce yıllık izleri taşıyan taşlar, höyükler, damgalar, bize sadece bir tarih anlatmıyor. Aynı zamanda bizden önce burada kimlerin yaşadığını, bizden kimlerin iz bıraktığını da sorgulatıyor. Belki Türk adını o dönemde kullanmıyorlardı, ama yaşantıları, sembolleri, doğayla kurdukları bağ, bizimle bir yerlerde kesişiyor olabilir. Zaten millet dediğin şey, sadece bir kavim değil, bir bilinçtir. Türk milletinin bilinci ise, tarih boyunca durmadan yol almış, Orta Asya’dan Anadolu’ya, ta Göbekli Tepe’ye kadar uzanmış olabilir.
Bu yüzden bugün bir taşın üzerine kazınmış eski bir damgayı görünce içimiz titriyorsa, bu tesadüf değil. Belki bu hissin bilimsel adı yok henüz ama kalbimiz biliyor. Çünkü biz taşı oyan, ona ruh veren ama ona tapmayan bir milletiz. O taşlar bizim kitaplarımız; geçmişle bugünü, bugünden geleceği bağlayan sessiz tanıklarımız. Ve belki bir gün bilim de, yüzyıllardır içimizde hissettiğimiz o gerçeği kabul edecek. Biz bu topraklarda çok uzun zamandır vardık. Ve asıl mesele, ne zaman geldiğimiz değil, ne kadar iz bıraktığımızdır..
Yazan Hazal Merisana












Teref.info © 2015
E-mail: n_alp@mail.ru            Telefon: 051 933 93 21            Baş redaktor: Nurəddin (Xoca) İsmayılov
Məlumat internet səhifələrində istifadə edildikdə müvafiq keçidin qoyulması mütləqdir.