1 dəqiqədə olsa ölümə meydan oxuyan Robin Vilyams
Bu gün, 17:04

San Francisco’daki bir hastanenin çocuk servisinin sessiz koridorunda, 1990’ların sonlarında, bir hemşire bir odanın önünde durdu; gözleri doluydu.
İçeride, ölümcül evrede kanserle savaşan küçük bir çocuk kahkahalarla gülüyordu.
Üzerinde bol bir hastane önlüğü, boynunda bir stetoskop ve yüzünün ortasında kocaman, gülünç bir kırmızı burun… Robin Williams, onu öyle bir güldürüyordu ki çocuk neredeyse kıvrılıp kalıyordu gülmekten. Acısını — sadece bir anlığına bile olsa — unutuyordu.
Orada kamera yoktu. Gazeteci yoktu. Güvenlik görevlisi bile yoktu.
Sadece Robin vardı: ağzı seslerle, yüzü mimiklerle doluydu; yoktan çıkan çizgi film karakterleriyle ve saf, havadan gelen bir neşe ile…
Bu ziyaretler Hollywood’un fikri değildi.
Işıkların, ünün gölgesinde, gizlice planlanırdı.
Robin, hastane personelini tanır, kimlerin böyle bir ziyaretten fayda görebileceğini sessizce sorardı.
Bazen yanında sadece kuklalarla gelirdi, bazen kılık değiştirerek… ve sık sık Mrs. Doubtfire’ın unutulmaz sesiyle.
Çocuklar, bazen doğrulamayacak kadar güçsüz olsalar bile, gülümserlerdi… bazen hafifçe güler, bazen fısıltıyla bir şaka yaparlardı.
Ve ebeveynler — haftalardır ilk kez — çocuklarının yeniden güldüğünü görürlerdi.
Bazen ilk defa… bazen de son defa.
Bir hemşire, 2003’teki bir ziyareti hatırlıyordu: Robin, lösemi hastası 10 yaşındaki bir çocukla bir saatten fazla vakit geçirmişti.
Çocuğun babası, haftalardır hiç duygusunu göstermemişti, oğlunun önünde ağlamayı reddetmişti.
O gün, Robin bir hayali orkestra yönetmişti; serum askılarından çıkan gıcırtılarla bir opera uydurmuş, ritmi kalp monitörünün bipleriyle tutturmuştu.
Ve o baba, ağlamıştı.
Üzüntüden değil… rahatlamaktan.
Robin bu ziyaretlerden hiçbir zaman bahsetmedi.
Yakın arkadaşları bile ancak başkalarının anlattıklarıyla tesadüfen öğrenmişti.
Bazı aileler onu kamuya açık şekilde teşekkür etmeye çalıştı ama o her seferinde kibarca reddetti.
Bu anlar, onun için çocuğa aitti.
Kendisine değil.
Ve asla kamuya.
2006’da, Denver’da bir gösterisi varken, arabayla bir saatten fazla yol gidip, ölüm döşeğinde olan bir genç kıza uğramıştı.
Kızın en sevdiği film Aladdin’di.
Gençlik yılları boyunca Cinninin replikelerini ezbere söylemişti.
Robin odaya girip o sihirli sesiyle konuşmaya başladığında, yüzü aydınlanmıştı.
Annesi daha sonra Robin’in beklenenden çok daha uzun kaldığını, onunla bir dost gibi konuştuğunu ve yalnızca eğlendirmediğini, dinlediğini de söylemişti.
Bu kapıları açıp içeri girebilmek, olağanüstü bir duygusal güç gerektirirdi.
Burası bir film seti değildi.
Senaryo yoktu. Tekrar çekim yoktu.
Çocuklar yavaşça sönüyordu. Hava hüzünle doluydu.
Ama Robin, o karanlıkta bir kıvılcım yakabiliyordu — bir anlığına bile olsa.
Hiç acele etmezdi.
Yere oturur, birlikte dondurma yer, küçük bir eli tutardı.
Ziyaretten sonra genellikle tek başına arabasına dönerdi.
Uzun süre yalnız kalırdı.
Bazen ağlardı.
Bazen sadece bir tanıdık ses duymak için bir arkadaşını arardı.
2010 civarında, ABD genelindeki bazı hastanelerde, eğer Robin şehirdeyse, bir telefon gelebileceği bilinirdi.
Hiçbir zaman halka açık olmazdı, çünkü öyle istemezdi.
Bu bir manşet için değildi. Bir ödül için hiç değildi.
Hemşirelere sık sık şunu söylerdi:
“Eğer bir çocuğun nerede olduğunu on dakika bile unutturabilirsem… her şeye değer.”
Bu ziyaretler çocukları iyileştirmezdi.
Ölümü durdurmazdı.
Ama başka bir şey yapardı:
Karanlığa bir neşe ışıltısı bırakırdı.
Dayanılmaz olanı biraz olsun yumuşatırdı.
Ve herkese — çocuklara, ebeveynlere, hemşirelere, hatta Robin’e — şunu hatırlatırdı:
Gülmenin hâlâ bir gücü var. Ölüm kapıdayken bile.
Çünkü bazen “iyileştirmek”, tedavi etmek değildir.
Bazen sadece, birine yaşadığını hissettirmektir.
Dünya ona tam tersini söylerken bile.
Deniz Selin Karayel
TEREF