YARATILIŞ EFSANESİNİN TARİHTEKİ KÖKENİ
6-12-2024, 11:54
(2 bölümlük bir yazı oldu uzunluğu nedeniyle..)
Bu bölümde, gerek kâinat ve insanın yaradılışıyla ilgili olsun, gerekse cennet ve cehennemle ilgili olsun Kur’an’da var olan bilgileri Sümer mitolojisiyle karşılaştıracağım. Amaç; (benzer efsanelerin hiç kimseye yarar getiremeyecekleri bir yana) bunların kutsal kitaplar öncesi mitolojik kökenli inançlar olduklarını ortaya koymak. Bu karşılaştırmayı yaparken de rivayetlere değil; 19. asırdan bu yana Mezopotamya’da yapılan kazı çalışmaları sonucu Sümerlerle ilgili ele geçen ve ilgili dallarda uzman olan bilim adamları tarafından okunup içerikleri dünya kamuoyuna sunulan tarihi tabletlere başvuracağım.
Sümerlerden kalma bu mitolojik inançları anlatan tabletlerin sayısı yarım milyonu geçmektedir; 74 bini sadece İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde bulunuyor; bugüne kadar okunabileni çok azdır. Kim bilir geriye kalanlar da okunsa, daha neler ortaya çıkacak! Bunların çoğu Chicago Üniversitesi Doğu Enstitüsü, Pennsylvania Üniversitesi Babil Kanunları Bölümü, Philadelphia Üniversitesi Nippur koleksiyonu bölümü, İngiltere’nin British Müzesi, İstanbul Arkeoloji Müzesi, Berlin Müzesi, Yale Üniversitesi koleksiyonunda ve Fransa’nın Louvre Müzesi’nde bulunmaktadır. Bu tabletlerin çözümünde emeği geçen Sümeroloji uzmanlarının sayısı epey fazladır; ancak Pennsylvania Üniversitesi’nden Edward Chiera, Hugo Radau ve dünyaca ünlü araştırmacı Sümerolog Prof. Dr. Samuel Noah Kramer, Oxford Üniversitesi’nden Stephen Langdon, Philadelphia Üniversitesi Doğu Enstitüsü’nden Arno Poebel, Chicago Üniversitesi’nden yine ünlü Thorlkid Jacobsen ve Henri Frankfurt, Fransız Asurolog Vincent Scheil ve Henri de Genouillac, İngiltere’den British Müzesi eski konservatörü Cyril J. Gadd ve Tarihçi-Asurolog L.W. King; Almanya’nın -özellikle- Berlin Müzesi’nde bulunan tabletlerin çözümünde emeği geçen Heinrich Zimmern, ABD’den Doğu uzmanı William Albright gibilerin katkıları büyüktür.
Sümerlerden kalma tabletlerde anlatılan kâinat, insanın yaradılışı ve cennet-cehennem efsanelerine geçmeden kısa bazı bilgiler vermem, konunun aydınlatılması bakımından yararlı olur. İnsanın yaradılışından söz eden (Sümerlerden kalma) tablet sayısı ikidir. Biri dört parça olup Philadelphia Üniversitesi Müzesi Nippur koleksiyonunda bulunuyor; ancak dördüncü parçası henüz okunmuş değildir; bir diğeri de Fransa’nın Louvre Müzesi’ndedir. Bundan yaklaşık beş bin yıl önce kaleme alman bu tabletler, ilk önce Sümerce yazılmış, daha sonra Akadca’ya çevrilmiştir. Ayrıca “Gilgameş, Enkidu, Ölüler Diyarı” destanını anlatan tabletin giriş kısmı, yaradılış hakkında önemli bilgiler içermektedir. Bu da Philadelphia Üniversitesi Müzesi Nippur koleksiyonu (Ni. 14068) ile İstanbul Arkeoloji Müzesi (Ni. 2270, Ni. 4429) ve İngiltere’nin British Müzesi’nde vardır. Bu destan 16 parça ve 250 dize civarındadır. Gilgameş tabletiyle ilgili ilk açıklama 1930’da R. Campbell yayını tarafından yapıldı; daha sonra Alexandre Hiedel tarafından The Gilgamish Epic and the old Tesnament’te İngilizce olarak yayınlandı. Bir de E.A. Speiser Ancient Near Eastern Texts’ te yayınladı. Son olarak S.N. Kramer, bu bilgileri bir araya getirip yenilerini de ekleyerek The Sumerians adlı yapıtında (s. 197-205) yayınladı.
Yine insanın nasıl yaratıldığı konusuna açıklık getiren bilgiler, kazmanın yaradılışını anlatan 108 dizelik tabletlerde mevcuttur. (1) Aynı zamanda hayvancılık tanrısı Lahar ile kız kardeşi zirai ürünler tanrıçası Aşnan efsanesini içeren tabletlerin giriş kısmında insanın yaradılışından söz edilmiştir. Bunlarda var olan bilgiler, ayrıca insanın niçin yaratıldığı konusuyla Adem ve Havva’nın çocukları Kabil/Kain ile Habil’in Kur’an ve Tevrat’ta anlatılan efsanelerin kökenlerine açıklık getirmektedir. Sümerler tarafından yazılan ve başlangıçta yerle göklerin tek bir parça olup daha sonra birbirlerinden ayrılarak bugünkü duruma geldiklerini içeren tablet, yine Philadelphia Üniversitesi Müzesi Nippur koleksiyonu kısmında (no. 13887) bulunuyor. Adı geçen efsaneleri anlatan tabletlerden bugüne kadar ele geçenlerin sayısı, yaklaşık olarak altmıştır. Bunlarla ilgili ayrıca kırık parçalar da bulunmuştur.
Keza Sumerlerde iki kültürel tanrı olarak bilinen Emeş’le Enten kardeşler efsanesi, Lahar ve Aşnan efsanesi gibi kutsal kitaplardaki Habil-Kabil efsanesinin kökenine kaynak olabilecek bilgiler içerir. Emeş’le Enten efsanesini anlatan tabletler 3.000 dizeden fazladır; uzmanlar tarafından bugüne kadar ancak bunların yarısı çözülebilmiştir. Tıpkı Habil’le Kabil’in hayvancılık ve ziraatla uğraşmaları gibi, Emeş’le Enten’in görevi de bitki, hayvan ve zirai konularda verimi artırmak. Yine Habil-Kabil olayına benzer bir efsane; aşk ve bereket tanrıçası İnanna’ya aşık olan çoban tanrısı Dumuzi ile çiftçi tanrısı Enkidu (efsaneye göre Gilgameş’in hizmetkârıymış) arasında yaşanmıştır. İkisi de İnanna’ya aşık oluyorlar, kalbini çalmak için de kendi ürünlerinden çeşit çeşit sunuyorlar. Sonunda İnanna çoban tanrısı Dumuzi’yi seçip onunla evleniyor. (2)
Cennetle ilgili tabletlere gelince; bunlar 6 sütun ve 258 satır halinde yazılmış, Philadelphia Üniversitesi Müzesi Nippur koleksiyonu bölümünde (no, 4561) bulunuyor. Bir tanesi de Louvre Müzesi’ndedir. Bu tabletin adı; “Enki ve Ninhursag: Su tanrısının işleri.” (3) Yine Cehennemle ilgili bilgiler “İnanna’nın Ölüler Diyarına İnişi” adlı miti anlatan tabletlerde vardır. Bunlar da Philadelphia Üniversitesi Müzesi’nde bulunan toplam 14 parçadır. Bunlardan 1 tanesi de İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde bulunuyor (Ni. 2429). Yine cehennemden/yeraltı dünyasından söz eden ve kral Ur-Nammu’nun ölümünü konu alan bir tablet İstanbul Arkeoloji Müzesi’ndedir (Ni. 4487). (4) Yaradılış ve cennet-cehennem hakkında yararlandığım tabletlerle ilgili bu özet bilgileri sunduktan sonra, ilkin yaradılış ve cennet-cehennem hakkında hem Sumerlerde, hem de Kur’an’da varolan bilgilerin bir tespitini yapacağım, daha sonra bunların ortak yanlarından bir kesit sunacağım.
𝐒𝐮̈𝐦𝐞𝐫𝐥𝐞𝐫𝐝𝐞 𝐊𝐚̂𝐢𝐧𝐚𝐭ı𝐧 𝐘𝐚𝐫𝐚𝐝ı𝐥ı𝐬̧ 𝐄𝐟𝐬𝐚𝐧𝐞𝐬𝐢
Az önce kendilerinden söz edilen tabletlerden özellikle, “Gilgameş, Enkidu ve Ölüler Diyarı” adlı şiirsel biçimindeki mitin giriş bölümünde özetle şu bilgiler geçiyor: Kâinat henüz yok iken, Nammu adında bir tanrıça varmış. Onlar, bu tanrıçanın nereden geldiği, nasıl ortaya çıktığı konusunda herhangi bir yorum yapmış değiller; sadece kâinatta ilk önce böyle bir yaratıcının var olduğuna inanıyorlardı. Bu tanrıça günün birinde gök ve yerin hammaddesini oluşturan kozmik bir dağ yaratır, bundan da gök tanrısı An ile yer tanrıçası Ki’yi meydana getirir. Sümerler, tanrıları insan şeklinde kişileştirdikleri için eril ve dişil olarak düşünmüşler. Mitolojilerine göre tanrıça Ki, daha sonra Ninhursag (dağ kraliçesi) ki Sümerlerde bunun sembolü yıldızdı, Nintu (doğurgan kraliçe) ve Ninmah (yüce kraliçe) gibi isimlerle isimlendirilir. (5) Bu iki tanrının birleşmelerinden hava tanrısı Enlil doğar. İlginçtir ki Enlil, bu tanrılar tarafından yaratıldığı halde her nedense Sümerlerde birinci tanrı durumuna yükselir. Bu tanrılardan da zaman içinde birçok tanrı ve tanrıçaların meydana geldiklerine inanırlardı. Tanrıların sayıları binlerle ifade edilebilecek kadar fazla. İnançlarına göre bu tanrılardan An, Enlil, Enki ve Ninhursag yaratıcı; kalanlarsa yönetici idi.
Burada yaradılış konusuna biraz ara verip farklı bir şeye değinmek istiyorum. Neden acaba bazı zamanlarda tanrılara dişil, bazı zamanlarda da eril olarak inanılmış ve Kur’an’da da (her ne kadar Allah hiçbir şeye benzemiyor denilmişse de) tanrıya atıfta bulunurken hep erkeklerin zamir, fiil ve sıfatları kullanılmış, kadınlarınki hiç kullanılmamıştır! Kısa da olsa buna yanıt vermekte yarar var. Eskiden başlamak üzere ta zamanımıza kadar dinlerin ve tanrıların varlıklarıyla ilgili gerçek bir çözümlemeye (dönemlerin sosyal, ekonomik, teolojik, mitolojik, kültürel vb. toplumun şekillenmesinde etkili olan diğer faktörlere) gidilmeden, hakikat ortaya konamaz.
Gerçek şudur ki, kadınların etkili oldukları dönemlerde anaerkil bir yapı oluşmakla birlikte, tanrı/tanrılar da buna göre oluşmuştur. Bunun tersi durumlarda ise, toplumda ataerkil bir yapı oluşmuş, buna bağlı olarak da erkek tanrılara inanılmıştır. Burada, “tavuk mu yumurtadandır, yoksa yumurta mı tavuktan” misali, acaba tanrı mı bir zamanlar kendi varlığını insanlara bildirmiş, yoksa insanlar mı (çeşitli nedenlerden/ihtiyaçlardan dolayı) gerek duyarak hayali tanrı/tanrılara inanıp onları istedikleri sıfatlarla vasıflandırmışlar gibi yararsız tartışmalara girmeyeceğim; burada başka bir şey söylemek istiyorum. Tanrıların eril ve dişil olması konusunda toplumlarda dönem dönem oluşan farklı inançlar, kadın-erkek cinsi arasındaki kuvvet dengesine göre şekillenmiş; bu iki cins arasındaki güç aynı zamanda hem tanrıların varlıkları (elbette ki başka nedenler de var; sadece kadın erkek ilişkisine mahsus ele almak yanlıştır), hem de cinsleri üzerinde etkili olmuştur.
Bunu kısa bir örnekle açayım: Kadının ailede çocuk yetiştirip eğittiğine bakılarak (bir zamanlar) varlığına inanılan eğitim ilahı Nidaba dişil olarak kabul edilmiş. Yine kadın ev işlerinde aktif olduğu için, giysi ilahı Uttu’nun dişi olduğuna inanılmış. Aynı zamanda kadın çocuk yetiştirdiğinden (doğası gereği) genelde erkeklerden daha merhametli olur inancından yola çıkılarak, varlığına inanılan adalet ilahı Nanşe dişil olarak kabul edilmiştir. Kadınlar eskiden tarım ürünlerini yiyecek hale getirme konusunda, (örneğin; el değirmeni bulma ve kullanma gibi) erkeklerden önde olduklarından, tarım ilahı Aşnan dişi olarak düşünülmüştür. Eskiden aşk tanrıçasının dişi olduğuna inanmak da erkeklerin kadınlara karşı aşklarından kaynaklanmaktadır. Yine başlangıçta yer ilahının bir tanrıça (Ki) olarak düşünülmesi de dünyanın, bir annenin çocuğuna bakması gibi insanları beslemesinden kaynaklanmaktadır. Kadın cinsi merhametlidir, fazla eziyet çektirmez düşüncesiyle cehennemdeki görevli tanrı Ereşkigal dişil olarak hayal edilmiştir.
Örnekler çoğaltılabilir. Bu durum eril tanrılar için de geçerlidir. Burada çoğunlukla inançlar üzerinde etki yapan maddi koşullardır. Erkeklerin zaman içinde yaşam üzerinde etki yapan saban gibi şeyleri icat etmeleri ve buna kendi fizik güçlerini de eklemeleri sonucu, toplumda ataerkil bir yapı hakimiyeti oluşmuş, buna bağlı olarak da eril tanrılar öne çıkıp zamanla değil tanrıça olarak inanılmak, nerdeyse kadın, insandan bile sayılmama derecesine düşürülmüştür. Bu durum, Muhammed Peygamber döneminde zirveye (Hz. Hatice gibi istisnalar hariç) ulaşmıştı denilebilir.
Muhammed Peygamber ataerkil bir dönemin çocuğu olduğundan, kadını ikinci sınıf insan olarak ele aldığı gibi (bu konuda Muhammed ve Kurmaylarının Hanımları adlı kitabımda geniş bilgi vardır); Allah hakkında Kur’an’da kullanılan ifadeler de hep erkeklere ait fiil, sıfat ve zamirlerdir. Kutsal dinlerin ortaya çıktıkları dönemlerde artık ataerkil bir yapı hakim olduğundan, kadın cinsinden peygamber çıkmak şöyle dursun; neredeyse insan bile sayılmama derecesine gelmiştir.
𝐒𝐮̈𝐦𝐞𝐫𝐥𝐞𝐫𝐝𝐞 𝐈̇𝐧𝐬𝐚𝐧ı𝐧 𝐘𝐚𝐫𝐚𝐝ı𝐥ı𝐬̧ı
Tabletlerde anlatıldığına göre, tanrılara hizmet etsin diye insanın yaradılışı konusunda bilgelik tanrısı Enki’ye teklif götürülüyor. Bunun sonucu olarak o da insanı şöyle yaratıyor: Deniz/ırmak altındaki kilden (hatta hangi ırmağın kilinden yaratıldığı bile tabletlerde geçiyor) insan şeklini yapıyor ve tanrıça Nammu’ya; “Ben senin dediğin yaratığı meydana getirdim sen de onun üzerine tanrıların görüntüsünü koy” diyor. Böylece insan, tanrı şeklinde yaratılmış oluyor. (6)
Enki insanı altı değişik tipte yaratıyor. Bu altı tipin ikisi tabletlerde okunabiliyor: Biri kısır kadın, bir diğeri de erkeklik ve kadınlığı belli olmayan insan tipi. Tabletler kırık olduğundan diğer dördü hakkındaki yazılar okunamamış.
İlginçtir ki bu yaratma konusunun anlatıldığı tabletlerde İslamiyet’teki gibi insanın kaderinden de söz ediliyor. Sümer inançlarında tanrı, kâinatı altı günde yarattı şeklinde bir bilgiye rastlanamadı; ancak onlara göre yaratılan ilk insanlar pek uygun çıkmamış; normal insan tipi birkaç denemeden sonra ancak ortaya çıkabilmiştir. (7)
𝐒𝐮̈𝐦𝐞𝐫𝐥𝐞𝐫𝐝𝐞 𝐂𝐞𝐧𝐧𝐞𝐭 𝐈̇𝐧𝐚𝐧𝐜ı
Tanrı Enki ile tanrıça Ninhursag’ı konu alan tablette cennet hakkında şu bilgiler var: Dilmun (cennet) adında saf, temiz ve parlak bir yer vardır. Burada ne hastalık var, ne de ölüm. Tek kelime ile ‘yaşayanlar ülkesidir’. Burada hiç kimse kimseye zarar vermez; yaşlılık, vücut ağrıları yok. Irmağı geçen (ki İslam’da halk tabiriyle buna Sırat Köprüsü denir) artık mutludur. Hemen şunu da belirteyim ki bu cennet, İslamiyet’teki gibi insanlara ait olan bir cennet değildir; sadece tanrılara mahsus, Irak-Iran sınırında Basra Körfezi’ne yakın bir bölgede hayal edilmiştir. Hatta daha eskilere ait bulunan kral mezarlarında yüzlerce kız ve kadın iskeleti bir arada bulunmuştur. Kral ölünce bunlar, canlı olarak onunla beraber geniş bir mezara konup üzerleri toprakla kapatılmıştır. Bu gibi toplu iskeletler hem Sümerlerin kral mezarlarında, hem de Mısır’da firavun mezarlarında ortaya çıkmıştır.
Demek ki, Kur’an’daki gibi olmasa da bir biçimiyle ölüm sonrası hayata inanılmıştır. Eğer böyle bir inanç olmasaydı, bunlar canlı olarak kralın mezarına gömülmezlerdi. Elbette ki hayat durmuyor; zaman içinde daha farklı inançlar oluşup geliştirilmiş, sonuçta bu cennetin insanlara ait bir yer olduğu noktasına gelinmiştir.
Kur’an’da; “Rabbinizden bir mağfirete, cennete koşuşun ki, o cennetin genişliği göklerle yer kadar olup takva sahipleri için hazırlanmıştır” (Al-i İmran, 133) denilmiş ve bu cümle bir başka yerde, “Rabbinizden bir mağfiret ve genişliği göklerle yer kadar olan bir cennete yarışın ki, o, Allah’a ve peygamberlerine inananlar için hazırlanmıştır…” (Hadid suresi, 21. ayet) şeklinde bir daha tekrar edilmiştir.
Sümer inançlarına göre, bu cennette ilkin temiz su yokmuş; tanrı Enki, Güneş tanrısı Utu’ya talimat verince, o da burada temiz su yaratmış; bunun sonucu olarak o cennet bağlar, bahçeler, bitkiler, hurma ağaçlarıyla tıklım tıklım doluvermiş. Hatta bu cennette baldan da söz ediliyor.
Tanrıça Ninhursag bu cennette sekiz çeşit bitki yaratır. Bunların tadını merak eden Enki, hepsinden yiyince, kendisine dokunur ve sekiz yerinden hastalanır. Enki, bu bitkilerden yediği için tanrıça Ninhursag ilk önce onu lanetler; ancak daha sonra her nedense kendisini bağışlar. Enki’nin ağrıyan yerlerinden biri de, kaburga kemikleridir. (😎
𝐒𝐮̈𝐦𝐞𝐫𝐥𝐞𝐫𝐝𝐞 𝐂𝐞𝐡𝐞𝐧𝐧𝐞𝐦 𝐈̇𝐧𝐚𝐧𝐜ı
Bu konudaki bilgiler özellikle, “İnanna’nın Ölüler Diyarına İnişi” adlı şiirsel biçimde yazılmış tablette yazılı.
Sümerler, cehennemi de cennet gibi kendi ülkelerinde bir bölgede hayal etmişler. Daha önce de belirtildiği gibi bu tabletlerde (İslam’daki gibi) Sümerlerin kadere inandıkları da yazılı. Onlara göre suçlu olan kişinin, cehenneme varmadan hem ırmağı, hem de cehennem kapıcılarını geçmesi gerekir. Sümerler cehennemde görevlilerin varlığına ve bu görevlilerin suçluları alıp hak ettikleri yerlere götüreceklerine inanırlardı. (9)
Nasıl hava tanrısı Enlil, tanrıça Ninlil’le zina yaptığı için tanrılar meclisi tarafından Nippur’dan alınıp cehenneme gönderildiyse, bu tablette de çoban tanrısı Dumuzi’nin -Sümerlerde Dumuzi olan tanrı, daha sonra Tevrat’a Tammuz olarak geçmiş- (10) bir gün ölüler diyarına atıldığı, eşi aşk tanrıçası İnanna’nın kendisini kurtarmaya gittiği; ancak cehennem kapıcılarının onu içeri almadığı, en son cehennem tanrıçası Ereşkigal izin verince, cehennemin 7 kapısının açıldığı yazılı. (11)
Sümerler, inandıkları cehennemi aynen İslamiyet’teki gibi suçluların yeri olarak tasavvur ediyorlardı.
1919’da Stephan Langdom tarafından çözülüp yayınlanan ve şu an Philadelphia Üniversitesi Müzesi’nde bulunan, Sümerlerin cehennemle ilgili inançlarını anlatan bir tablette, nerdeyse İslamiyet’teki inanca tıpa tıp uyan bilgiler yazılı. Mesela 7 Cehennem ve onlardaki görevliler, oradaki azap vb.
Sümerlerde, ölümden sonra suçlu insanların içine düşecekleri yere (cehenneme) “kur”, Yunanlılarda “hades”, Yahudilerde de “şeol” denirdi. (12)
𝐓𝐞𝐯𝐫𝐚𝐭’𝐭𝐚 𝐘𝐚𝐫𝐚𝐝ı𝐥ı𝐬̧ 𝐇𝐢𝐤𝐚̂𝐲𝐞𝐬𝐢
Tevrat’ın hemen başında Tekvin bölümünün ilk cümlesinden başlamak üzere; “Allah önce yerle gökleri (hammadde olarak) yarattı, daha sonra gece ile gündüzü...” şeklinde açıklama devam eder. Bunun detay kısmında ise; “Allah ilk günde ışığı, gece ile gündüzü yarattı. 2. günde suların ortasında kurduğu kubbeden gökleri, 3. günde suyun altındaki kuru yerden dünyayı, 4. gün gök cisimlerini, 5. gün deniz hayvanlarıyla kuşları, 6. günde kara hayvanlarıyla birlikte insanoğlunu (tanrı) kendi şeklinde yarattı. Yedinci günde ise tanrı istirahata çekildi” deniliyor. Daha önce açıklandığı gibi tanrının insanı kendi şeklinde yaratma inancı Sümerlerde de vardı.
Tevrat’ta daha sonra insanın yaradılışı konusunda açıklama yapılırken; “Adem’in topraktan yaratıldığı, doğu tarafında bulunan Adn bahçesine/cennetine bırakıldığı, bahçeyi sulamak için de Allah tarafından bir ırmak yaratıldığı, daha sonra ırmağın dört parçaya bölündüğü; bunların Pişon, Gihon, Dicle ile Fırat kolları oldukları” belirtiliyor. Bu arada Adem’in rahatı-keyfi için onun kaburga kemiğinden Havva’yı var ettiği anlatılıyor.
Allah tarafından Adem’le Havva’ya o bahçede var olan her şeyden yemeleri serbest bırakılıyor; ancak bir ağaçtan yemeleri yasaklanıyor. Daha sonra Şeytan’ın devreye girmesi ve Havva’nın da bunu uygun görmesiyle, Adem’le Havva o yasak edilen ağaçtaki meyveden yiyince, suçlu duruma düşüyorlar ve sonuçta cennetten kovuluyorlar... diye uzun uzadıya anlatılıyor. (13)
𝐓𝐞𝐯𝐫𝐚𝐭’𝐭𝐚 𝐀𝐡𝐢𝐫𝐞𝐭 𝐈̇𝐧𝐚𝐧𝐜ı
Musa Peygamber’e ait olduğu iddia edilen Tevrat’ın beş kitabında (14) ahiret inancından söz edilmemiştir. Tevrat’ta Allah (Yehova)’nın varlığı, meşhur “On Emir” arasında geçiyor; fakat diğer iman esaslarına değinilmiyor. (15) Ancak Tevrat’ın yazılı olmayan kısmı ve bir bakıma da onun tefsiri/yorumu durumundaki Talmut’ta ölüm sonrası hayata değinilmiştir. Hemen belirteyim ki, Talmut’ta ahiret hakkında teferruatlı bilgi olmamakla birlikte, var olanında da hem çelişkiler vardır, hem de Kur’an’daki ahiret inancına ters düşmektedir. Örneğin; Samuel’de, “Dünya ile ahiretin aynı olduğu” yazılı (Berahim, 68-b). Berekot’ta; “Ahiretin bu dünyadan farklı bir yer olduğu yazılı. Çünkü orada yeme, içme, üreme, çalışma, düşmanlık, haset ve rekabet gibi şeyler yoktur. Salih olanların başlarında taç vardır” açıklaması var (Berekot, 17-b). Roş-ha-şana’da ise, “Bedeniyle günah işleyen Yahudiler, Yahudi olmayanlar gibi cehenneme girecek ve orada 12 ay ceza çekecekler” denir (Roş-ha-şana, 17-a).
Şu hatırlatmayı da yapayım: Şu an var olan ve Musa’ya ait olduğu söylenen Tevrat, Musa zamanında yazılmış değildi. Hz. Musa, İsa’dan yaklaşık 13 asır önce yaşadığı halde ona ait olduğu söylenen Tevrat ise ancak İsa’dan Sonra 1. asırda Jamnia’da toplanan bir Yahudi din heyeti tarafından son şeklini alıyor. Aslında MÖ. 6. asırda Ezra adındaki kâhin tarafından kaleme alınan ve güya günümüze kadar korunagelen Ahd’i Atik (Tevrat) kitabının, Hz. Musa zamanındaki Tevrat’la hiç ilgisi yoktur.
İşin gerçeği şu: Yahudiler, İsa’dan Önce 7. asırda Asurluların hakimiyetine girince, yine Babil kralı Nabukadnezzar (MÖ. 604-562) tarafından Kudüs alınınca, Yahudilerin siyasi varlıkları son buluyor. Bu arada Yahudiler Babil’e sürgün edilince, onların bilginleri Babil kitaplıklarını inceleme fırsatına sahip oluyorlar. Daha sonra MÖ. 538 yılında Babil’in Pers İmparatoru Kiros tarafından alınmasıyla, Yahudiler tekrar yurtlarına geri gönderilip özgürlüklerine kavuşuyorlar.
Zaman içinde Büyük İskender’le “Helen” kültürü de Yahudiler diyarına girince, Yahudilerde çok farklı inançlar mozaiği oluşuyor. Hatta Helen kültürünün etkisiyle zaman içinde çeşitli Yahudi mezhepleri ortaya çıkıyor. Sadukiler, Ferisiler, Makabiler ve Esseniler gibi. Tevrat’ta ayrıca Neviim/peygamberler bölümü vardır; bu bölümde Musa’dan önce ve sonra yaşayan peygamberler ve dönemlerindeki bazı olaylardan, savundukları fikirlerden söz edilir.
Musa’dan asırlar sonra yaşamış olan Yahudi peygamberlerinden biri de İşaya/Yeşaya’dır. Tevrat’ta İşaya bölümünde ahiretle ilgili; “Ey toprakta yatanlar, uyanın ve terennüm edin. Her yer ölülerini dışarı atacaktır” denir. (16) Yine Musa’dan asırlar sonra yaşamış olan Daniel, ahiret konusunda; “Yerin toprağında uyuyanların bir kısmı ebedi hayata, bir kısmı da utanca uyanacaktır. Anlayışlılar, yıldızlar gibi ebediyen parlayacaktır” diyor. (17)
Benzer bilgileri göz önüne alarak, önemli Yahudi bilginleri bile şu anki Tevrat’ın Musa zamanındaki Tevrat olmadığını, aksine Yahudilerin Babil sürgününden sonra Zerdüşt ve Mezopotamya inançlarından aktardıkları yeni inançlar olduğunu söylüyorlar. Örneğin Hollandalı Yahudi asıllı ünlü filozof Spinoza (1632-1677) ve Eben Ezra (1866-1943) gibileri az önceki iddiaları savunuyorlar; ki zaten bundan başka ihtimal de yoktur. (18)
İşte Tevrat’ın asıl beş kitabında değil de; Musa’dan asırlar sonra yaşayan ve Tevrat yazılırken onların söyledikleri de Tevrat’a alınan bazı Yahudi peygamberlerin sözlerinde -o da çok kısa ve soyut bir biçimde, neyi kastettikleri anlaşılmayan ifadelerle- ahiret inancına değinilmesi, Tevrat’ın Musa zamanındaki Tevrat olmadığı; tam aksine deminden beri izahına çalıştığım gibi Yahudilerin Babil’e sürgün edilmelerinden sonraki dönemde bazı Yahudi bilginlerin yeni eklemeleriyle şekillenen farklı bir Tevrat olduğu ortaya çıkıyor.
Öz olarak, bugünkü Tevrat, Yahudilerin böylesine bir inançlar asimilasyonundan geçmelerinden sonra çeşitli dinlerin bir sentezi olarak ortaya çıkmıştır. Elbette ki ben burada Hz. Musa hiçbir yenilik getirmemiş gibi bir iddiada bulunmuyorum; Musa’nın da kendi döneminde önemli işler yaptığı muhakkaktır, kimse bunu inkâr etmez. O da kendini yetiştirmiş, Mısır’da iken Güneş tanrısına bağlı bir rahipten, daha sonra Kızıldeniz’in doğu tarafındaki Medyen’de, Kur’an’a göre Şuayıb’dan, Tevrat’a göre de (Çıkış, 3/1...) Yetro adında yine bir rahipten bilgi aldığı gerçektir. Eğer Musa kendi döneminde yeni bazı şeyler yapmışsa, o günkü şartlarda gördüğü eğitim/öğretime borçludur; icraatının tanrısal bir yanı yoktur.
Tevrat’ın yazılı olmayan kısmı Talmut, İsa’dan Sonra 190-200 tarihlerinde Yuda Ha Nasi (MS. 135-220) tarafından yazılı hale getirilmiştir; tıpkı şu an var olan Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncillerinin İsa’dan 3 asır sonra bin kişilik bir ruhani meclis tarafından İznik’te; yine Kur’an’ın da Muhammed’den sonra Halife Osman zamanında yazıldıkları gibi. Bunlar, kutsal kitapların konumuz dışında var olan farklı problemleridir.
Söz şu an var olan Tevrat’ın, Musa zamanındaki Tevrat’tan çok farklı bir kitap olmasından açılmışken, burada ahiret inancıyla ilgili Zerdüşt’ten kısa bazı bilgiler vermeyi yararlı görüyorum. Zerdüşt, İsa’dan 570 yıl önce vefat eden, İran ve çevresinde ilk defa tektanrı sistemini ortaya atan önemli bir teolog, düşünce adamıdır. Ona göre insan öldükten sonra kılıçtan daha ince olan Cinvat köprüsünden geçer. Bu arada kötüler düşüp temizlenir, iyiler ise köprüyü rahatlıkla geçip doğruca cennete varırlar. Ayrıca Zerdüşt, İslamiyet’teki gibi ahirette mahşer denilen bir toplanma yerinin olduğuna inanırdı. (19)
Tarihi bilgilere bakıldığında asıl tektanrıya geçiş fikrinin Zerdüşt’ten çıktığı bir gerçek. Daha önce varlıklarına inanılan İndra, Mitra ve Varuna üçlü tanrıça inancından tektanrı (Ahura Mazda) inancına geçişi kendisi ortaya atmıştır. Bundan dolayı bazı filozoflar, “Kur’an ve Tevrat’taki çoğu bilgilerin kökeni Zerdüşt inancına dayanır” fikrini savunuyorlar. (20) Zerdüşt çok önemli bir filozoftur; diyebiliriz ki kendisi eşitlikçi görüşlere sahiptir. Nitekim; “Mülk, bütün insanlar arasında ortaktır” düşüncesini savunmuştur. Bu konuda Nizamül Mülk, “Siyasetname” adlı eserinde Zerdüşt’ten önemli bilgiler aktarmıştır.
Diyelim; Yahudiler Tevrat’ı yazarken, hoşlarına gitmeyen bazı konuları yazmadılar (bu Kur’an’ın iddiasıdır); peki ahireti niye Kur’an’da anlatıldığı biçimiyle Tevrat’ta yazmadılar? Kaldı ki ahiretin varlığı, başta huriler olmak üzere her şeyiyle insanın iştahını kabartır; ayrıca kanunlara karşı gelmemek için toplum üzerinde bir nevi otokontrol görevi de yapabilir (elbette ki bu, ancak cahiller için geçerli olabilir). Durum bu iken, Tevrat yazılırken ahiretin Yahudiler tarafından yazılmaması için hiçbir neden yok. Bundan çıkan sonuç; Tevrat’taki ahiret inancının Musa zamanında var olmaması, ancak Musa’dan asırlar sonra Yahudi bilginler tarafından Zerdüştilik ve Sümer inançlarından alınarak Tevrat’a yazılması ve Muhammed Peygamber zamanında da Kur’an’ın oluşmasına temel teşkil etmesidir.
Merih Tan
TEREF