Bir Osmanlı gazetecisinin gözüyle: Osmanlı'nın Rus himayesinden İngiliz himayesi altına girmesi ve Mısır'ın yitirilişi

Dünən, 10:04           
Bir Osmanlı gazetecisinin gözüyle: Osmanlı'nın Rus himayesinden İngiliz himayesi altına girmesi ve Mısır'ın yitirilişi
Osmanlı Türkçesi örneği: Kalelizade Kemalettin Şükrü Orbay'ın 1932 yılında yayınladığı Sivastopol adlı betiği. Öncelikle eserden örnek vermeden önce neden 1932 yılında yazılmış bu eseri Osmanlı Türkçesi örneği olarak sunduğumu belirteyim. Şükrü Bey 1878 yılında Osmanlı İstanbul'unda doğmuş, Osmanlı okullarında eğitim görmüş, Osmanlı'da hukuk okumuş, Osmanlı dönemi gazeteci olarak çalışmış ve bu eseri 1940 yılında ölmeden sekiz yıl önce yayınlamıştır. Yani eser cumhurriyet döneminde, 1932 yılında yayınlanmış olmasına rağmen buna bence yeni Türkçe, ya da hatta cumhuriyet Türkçesi denilemez çünkü Şükrü Bey belirttiğim gibi cumhuriyet dönemi yetişmiş ve ya eğitim görmüş biri değildir, dil devriminden etkilenmiş bir eğitimden geçmemiştir. Osmanlı eğitim sisteminden geçip, geç Osmanlı döneminden kalma Türkçesini kullanmış biridir. Bu insanlar gökten düşmediklerine göre, bir anda var olmadıklarına göre, dilleri ansızın açılmadığına göre, cumhuriyetin kuruluş dönemi 45, Dil Devrimi dönemi 54 yaşında olan Kalelizade Kemalettin Şükrü Orbay Bey'in yalnız harfleri Arabi'den Latin'e değişmiş bir Osmanlı Türkçesi kullandığını yazmak bence yanlış değildir.
Betikten örnek:
Sivastopol önünde yatan gemiler
Atarda nizam toponu, yer gök inler Amanda kumandanım izin ver bize
Eğer izin vermezsen at bizi denize
Seksen sene evel Karadenizin kudurmuş dalgaları üzerinde ve Moskof limanı (Sivastoplo) önünde Türk gemilerinden yükselen bu kahramanlık şarkısı nesilden nesile intikal etmis, ana yurdun uzak, yakın her köşe ve bucağında yaşayan büyük kücük her Türkün lisanında manası ve makamı ile el’an yaşamakta bulunmuştur. Sivastopol!.. Bu isim bize seksen sene evel Moskoflarla yaptığımız bir muharebeyi hatırlatır, Bu muharebede biz yalnız değildik.. Hemen hemen yedi düvel de bizimle beraber olmuşlar ve güzel yurdumuza saldırmak istiyen Ruslara karşı bizi sözde himaye, muhafaza etmek istemişlerdi.. Türkü, Türkiyeyi himaye ve muhafaza.. Hem de muharebe meydanında. er meydanında.. Bu nekadar acı ve tarihini kahramanlıkları ile doldurmuş bir millet için nekadar ağır bir kelime... Avrupa, bir taraftan güzel yurdumuzu parçalamak için üstümüze aç gözlerini dikmiş... Diğer taraftan da elinden kaçıracagını ve Ruslara nasip olacağını gördüğü ana topraklarımızı [mademki ben alamıyorum, başkalarına da kısmet olmasın..] diyerek bize yardıma geliyor.. Bir avuç kahramanlar aşiretinden koca bir devlet çıkaran ecdadın ta Viyana kalelerine kadar dayandığını, Iran, Mısır, Bağdat kalelerinde Türk bayrağının şerefle dalgalandığını gördükten, Avrupa hükümdarlarının ayrı ayrı bizden imdat ve
yardım istediklerini ve Türk ismi bütün cihanda yegâne ve tek korkulacak kuvvet olarak şan saldığını tarih sahifelerinde okuduktan sonra âciz kalmış bir vaziyette hıristiyan devletlerin himayesine girmek.. onlardan medet ummak inanılmıyacak, fakat maalesef çok doğru ve acı bir hakikattir. Ne oldu? neden oldu? Dinç adımlarile Avrupa haritasının göbeğinde at oynatan, kılıç şaklatan [kuvvetli Türk] neden başı ucunda ölümü beklenen bir [hasta adam] oluverdi? —şanlı bir tarihin altüst oluvermesi demek olan bu meseleyi [Sivastopol] muharebesinin esasını teşkil eden ve aynı zamanda Türk milletini fena idareleri yüzünden bu dereceye düşüren Osmanlı sultanlarının, Osmanlı vezirlerinin büyük hatalarını göstereceği icin anlatmağı faideli bulduk.
Osmanlı tarihi, zümrüt Anadolunun cengâverler yuvasında filiz vermiş ve ilk
şan sahifelerini Oğuz Han neslinden Ertuğrul, Osman ve Orhan beylerin mert idareleri ile yazmıştı. istanbulun zaptından sonra büyüyen Osmanlı ölkesi hudutlarını genişletti. Avrupaya meydan okudu. Bir avuç toprak koskoca bir dünya oluverdi.
Türkün buyruğu her yerde hâkim oldu. Bu hal Kanuni Süleyman devrine kadar devam etti. Tarihin imparatorluk devri dediği bu devirde Osmanlı sultanları bir çok fena hallerine rağmen hep memleketi düşünüyorlardı. Fakat Kanuni Süleyman devrinde bu büyüme ve genişleme durdu. Millet ihmal edilmeğe başlandı. Koca tuğlu vezirler elde edilen bu kadar büyük zaferleri yalnız kendi tedbirleri, kendi siyasetleri sayesinde zannetmek budalalığında bulundular. Bilmediler ve anlamadılar ki Anadolunun kahramanlık yatağı temiz Türk kaynağı olmasa idi onların tedbirleri, siyasetleri hice çıkardı.
İşte milleti ihmal ve sultanların kendi zevk ve sefalarına düşmeleri sonra da zaptedilen yerlerde iyi bir idare kurulmaması yüzünden işler bozuldu. O ane kadar ileri giden devlet o andan sonra bir müddet yerinde saydı ve nihayet gerisin geriye dönmeğe başladı..
Avrupalılar geniş bir nefes aldılar..
Oh.. korktukları başlarına gelmemişti. Osmanlıların baş döndürücü istilâları durmuştu.. Şimdi bir daha onlara göz actırmamak lâzımdı.. Bu sefer Avrupa çalışmağa başladı. Osmanlı vezirleri, Osmanlı sultanları hâlâ uyuyorlardı..
'Maamafih hudutlarımız gene genişti. Bugünkü Romanya, Bulgaristan, Sırbistan, Yunanistan, Suriye ve Mısır bizim elimizde idi. Fakat ne yazık ki bu geniş ve güzel ölkeleri idare etmesini bilmiyorduk. Avrupa devletleri işte bu güzel yurdun güzel yerlerine ayrı ayrı göz koydular. Hele istanbul hepsinin de iştihasını açıyor, Rusya, Fransa ve ingiltere dünyanın incisi güzel istanbula malik ve sahip olmak istiyorlardı. Rusyanın gayesi, kralları Büyük Petro ve ikinci Katerin zamanlarında verilmiş olan siyasi bir kararın tatbiki idi. Bu karar Kara denizi bir Rus gölü yapmaktan başka birşey değildi.
Karadediz — Rus gölü...
Bunun manası bu denizi çepçevre kuşatan sahiller üzerinde Rus bayrağını dalgalandırmak ve Istanbulu ele geçirmekti. Istanbul... Rusya için çok kıymetli bir yerdi.. Eğer Istanbul ele geçerse boğazlara hâkim olacak ve deniz kuvvetleri ile Karadenizden Akdenize her istediği an baskınlar yapabilecekti.
Akdenizde ise Fransa ve İngiltere filoları vardı. Bir zamanlar Türk denizcilerinin duman attırdığı bu deniz şimdi bu iki devletin fermanı altında idi.
Karadan da Almanlar, Avusturyalılar
ve Macarlar boyuna silâhlanıyorlar ve Türkün başına patlıyacak her hangi bir silâhta kendileri için arslan payı değilse bile bir pay benimsiyorlardı.
Romanyalılar, Bulgarlar, Sırplar, Makedonyalılar ve hatta Araplar, bizim idaremiz altında yaşamakla beraber hariçten, düsman ellerile fitilleniyorlar ve bunlar da bizim aleyhimizde ve ilk fırsatta baş kaldırmağa hazırlanıyorlardı.
Osmanlı imparatorluğu böylece içli dışlı bir taarruz politikası karşısında bocalayıp durmakta idi. Hele bütün bunlara Büyük Fransız ihtilâlinden sonra dünya milletleri arasında başlayan Milliyetçilik cereyanı büsbütün kuvvet verdi. Herkes kendi mensup olduğu milliyet için çalışırken Osmanlı hükümetinin elebaşları, onlara büyük ve uzun tarihlerinde en kuvvetli şeref mevkiini vermiş olan Türk Milliyetciligini ihmal ettiler. Avrupanın fırıldaklarına, dolaplarına kandılar. Memleketin öz evlâtlarını unuttular, tâbiiyetimizde olan Rumlara, Ermenilere, Olahlara, Bulgarlara Sırplara ve Romenlere daha fazla iltifat ettiler..
Ne kadar sakat bir yoldan gittikleri anlaşılıyor ya.. Gün geldi ki haraca bağladığımız Avrupa bize kafa tutmağa başladı. Türkiyede yaşayan hıristiyan unsurlar: — Türkler bize zulüm vapıyorlar.. Aman bizi kurtarın.. diyerek Avrupava başvurdular. Halbuki ortada ne zulüm vardı ne birşey.. Kendi memteketimizde asıl mazlum bu topragın öz evlâtları idiler, fakat dediğimiz gibi Avrupada milliyet cereyanı başlamış oldugu için bize tâbi ve yabancı unsurlar da kendi milliyetleri için çalışıyorlardı ve Avrupa da onların vasıtasile koca memleketi içerden yıkmak
siyaset ve plânını güdüyordu.
Buraya kadar yazdıklarımızdan Osmanlı imparatorluğunun ne vaziyette bulunduğunu ve Avrupalıların da güzel yurdumuza nasıl haris emellerle göz diktiklerini ve ne suretle fırıldak çevirdiklerini öğrenmiş olduk. Bütün bu hazırlıklar yapılıp bittikten sonra mesele ilk patlak vereceği siyasi bir hadiseyi beklemeğe kaldı. Bu da gecikmedi.
Bu hadiseyi anlatmak icin biraz geri gidelim. Meşhur Fransız kumandan ve imparatoru Napoleon Bonapart üçüncü Selim’in sultanlığı zamanında Mısır yolu ile Istanbul üzerine yürümek istemişti. O zaman Istanbuldan Bonapart ordusu üzerine sevkedilen askerlerin içinde kücük bir müfreze kumandanı olarak Mehmet Ali Ağa isminde Kavalalı biri vardı. Cesur, akıllı ve kurnazdı. Bu adam az zaman içinde Mısırdaki Başıbozuk askerlerinin başına geçti. Mısır valilerini tanımadı ve Istanbul hükûmetine karşı gelerek Mısırı müstakillen ve güzelce idare etmeğe başladı. Nihayet buranın fermanlı valisi oldu. Meşhur Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa işae bu adamdı.. Bir başıbozuk müfrezesi kumandanı iken koskoca Mısıra vali olan Mehmet Ali Paşa iki sene zarfında çok büyük işler gördü. Sözde Istanbula, Osmanlı hükümetine merbuttu. Hakikatte ise tam istiklâlini düşünüyordu. Fransızlar ona yardım etmekte idiler. Mısırda şeker ve kumaş fabrikaları açmış, Fransadan getirdiği muallimlerle mükemmel bir ordu ve donanma meydana getirmişti.
Bu kadar kuvveti kendi emrinde gören Mehmet Ali Paşa bütün Suriyenin kendi idaresine verilmesini istedi. Ve istediğini derhal yapmak için de 30 bin kişilik bir asker kuvveti yirmi büyük harp gemisile taarruza geçti, Akkayı zaptetti. Osmanlı hükümetile, Mısırda vali Mehmet Ali Paşa arasındaki ilk harp işte bu suretle başladı. Bu harbin tafsilâtını verecek değiliz. Yalnız şu kadar söyliyelim ki Mısır ordusu Osmanlı ordusunu Suriye topraklarında maglûp ederek Kütahyaya kadar geldi Mehmet Ali Paşa Şimdi bütün Osmanlı ölkesine sahip olmak, Osmanlı saltanatına kendi çıkmak istiyordu. Istanbul sarayında saltanat süren ikinci Mahmut hem tahtını hem de hanedanını tehdit eden bu tehlike karşısında şaşırıp kaldı. Avrupa ise Fransanın teşviki ve yardımı ile yıkılmakta olan Osmanlı imparatorluğunu sevinçle seyrediyordu, tam zamanında arslan payına konmak için hazırlanıyordu.
Bu vaziyet yalnız ikinci Mahmudun değil, Rusyanın da işine gelmedi. Nasıl gelsin ki Istanbul Türklerin elinden çıkmak ve Avrupalıların eline geçmek üzere idi. Derhal Osmalı hükümdarına haber gönderdi:
— Merak etme.. eğer istersen ordu ve donanmamla Istanbula gelir ve seni de
saltanatını da Mısır valisinin taarruzlarına karşı müdafaa ederim..
Sultan Mahmut:
— Denize düşen yılana sarılır.
diyerek bu çok tehlikeli yardım teklifini kabul etti.
Rus donanması Istanbula geldi. Anadolu sahilinde Hünkâr iskelesi limanına 15 bin kişilik bir kuvvet çıkardı. İşte bu tarihten itibarendir ki Osmanlı imparatorluğu asırlık düşmanının himaye boyunduruğu altına girmiş oldu..
Rusyanın yardımı Avusturya, İngiltere ve Fransayı telaşa düşürdü. Bu telaşları Rus kuvvetlerinden korktuklarından değil,
fakat Akdeniz yolunu Rus ihtiraslarına açacağındandı. Çare Mehmet Ali Paşa ordularının İstanbula gelmesine mâni olmak ve Rusları İstanbuldan çıkarmaktı. Bunu yaptılar, Moskoflar askerlerini ve donanmalarını alıp çekildiler. Fakat gider ayak Hünkâr iskelesinde bu mahallin ismini taşıyan bir muahede tanzim ettiler.
Bu muahede mucibince Osmanlı imparatorlugu Rusyanın resmi himayesi altına girmiş oldu. Biz, artık boğazlara sözde hâkimdik. Hakiki hâkim Ruslardı. Boğaz kapılarını Rusların keyfine göre açıp, kapayacaktık. (1833) Aradan altı sene geçti. Bu müddet zarfında Avusturya, Fransa, İngiltere bütün kurnazlıklarını sarfettiler.
İstanbulda da ikinci Mahmut ölmüş yerine Osmanlı hükümdarı olarak Abdülmecit geçmişti. Fransa, İngiltere, Avusturya bir olarak Rusyayı kandırdılar. Hepsi aleyhimize birleşti ve Avusturya başvekili Meternihin yazdığı bir notayı Babıâliye bildirdi. Bütün devletlerin imzalarını taşıyan bu nota Türkiyeye: — Sen artık hiç bir şeye karışmıyacaksın. Her işini bize danışacaksın. Bütün menfaalerini de biz temin edeceğiz. diyordu
O tarihe kadar yalnız Rusyanın himayesi altında olan Türkiye o tarihten sonra Avrupanın himayesi altına girmiş oldu. (1839)
Mısır’ı nasıl kaybettik ?..
Misır hakikat halde oranın valiliğini eline alan Mehmet Ali Paşanın ilk gününden Osmanlı imparatorluğu için kaybolmuş demekti. Kendi askeri ve donanması ile fabrikaları ve san’at evleri ile gittikçe terakki yolunda ilerleyen bu zengin ölke üzerinde çoktan Osmanlıların nüfuzu kay
bolmuştu. Avrupanın müdahalesi ile geri
çekilen Mısır kuvvetleri Pozantıda mevki aldılar. Fransa mütemadiyen Mehmet Ali
Paşayı kışkırtıyordu. Bu, pek tabii İngilterenin işine gelmezdi. İngilizler aynı zamanda Húnkâr iskelesi muahedesini de bozmak istiyorlardı. Çünkü bu muahede boğazlarda Rus hâkimiyetini kuvvetlendirmişti. İngilizler bizimle bir oldular ve ilk önce Fransızların Mısır vasıtasile yeniden şarkta bir oyun oynamamaları için donanmalarını İskenderiyeye gönderdiler. Mehmet Ali Paşa mağlûp oldu. Fakat buna mukabil evlâda intikal şartile Mısır valisi olarak tanındı. Mısırı artık temelli olarak kaybetmiştik. Buna mukabil lehimize olarak ta Hûnkar iskelesi muahedesi bozuldu ve yerine bir boğazlar mukavelesi yapıldı.
Bu mukavele mucibince boğazlar artık Rusların keyfine göre açılıp kapanmayacaktı. Boğazların hâkimi biz olacaktık ve kapılarını hiçbir devletin harp gemilerine açmıyacaktık. Bu vak’a ve tarihten itibaren İngilterenin nüfuzu İstanbulda arttı. Onu herkes Türkiyenin en büyük hâmisi telâkki etti. Osmanlı devletini himayeleri altına alan devletler içinde en başta İngiltere gelmeğe başladı.
Yazının kaynağı: Kalelizade K. Şükrü, Sivastopol, Kanaat Kütüphanes, 1932, Istanbul
Tarih Kazanı












Teref.info © 2015
E-mail: n_alp@mail.ru            Telefon: 051 933 93 21            Baş redaktor: Nurəddin (Xoca) İsmayılov
Məlumat internet səhifələrində istifadə edildikdə müvafiq keçidin qoyulması mütləqdir.