“Boyun armağandır, ama asıl gücün nezaketindir.”
Bu gün, 09:54

Oscar’a aday olup gözyaşlarıyla ve şifa veren elleriyle milyonların kalbine dokunmadan çok önce, Michael Clarke Duncan Chicago’da sıradan bir gaz şirketinde hendek kazan iri cüsseli bir işçiydi.
Güçlüydü, heybetliydi… ama utangaçtı.
Onu tek başına büyüten annesi, kulağına hep aynı sözü fısıldardı:
“Boyun Tanrı’nın armağanı, ama asıl gücün kalbindeki nezakettir.”
Yıllarca gece kulüplerinde fedai olarak çalıştı; nice ünlüyü korudu, nice kavgayı önledi. Başkalarının bedenlerini muhafaza ederken, aslında bir gün beyazperdede ruhlara dokunmayı hayal ediyordu. Fakat kimse inanmıyordu ona.
“Çok iri,” diyorlardı.
“Çok yumuşak,” diyorlardı.
Derler ki Armageddon çekimlerinde bir gün Bruce Willis onun ağladığını gördü. Bu bir rol değildi; gerçek bir acının, saf bir hakikatin gözyaşlarıydı. İşte o an Bruce, John Coffey’sini bulduğunu anladı: Görünüşüyle dev, ama kalbiyle çocuk gibi saf bir ruh.
Yeşil Yol’daki sahnelerde Michael’ın gözyaşları hep gerçekti. Oynamıyordu… hatırlıyordu. Belki annesinin sözlerini. Belki küçümsenen bakışları. Belki de anlaşılmamanın ağır yükünü.
“Güçlü olmak, vurmak demek değildir. Bazen kırılmadan ayakta durmaktır.”
2012’de hayata veda ettiğinde, dünya kaslarına değil, ruhuna ağladı. Çünkü bazen en büyük olanlar, en kırılgan olanlardır. Ve bazen bir devin kükremesine gerek yoktur.
Hendek kazmaktan Oscar adaylığına uzanan yolculuğunda Michael Clarke Duncan, bize kalbin büyüklüğünün her engeli aşabileceğini gösterdi. Annesinin sözleri ise onun tüm hayatının pusulası oldu:
“Boyun armağandır, ama asıl gücün nezaketindir.”
Ve o, milyonların kalbine şefkatin dev sesini duyurdu.
#Hayatvefarkındalık