Hatay, Hatay! Seni kurtaran aynı zamanda senin şehidin oldu.

Dünən, 16:54           
Hatay, Hatay! Seni kurtaran aynı zamanda senin şehidin oldu.
(1923 Mart’ının Pazar günü, Gazi’nin kente doğru iki taraflı uzanan yoğun insan Seddi arasından, yaya olarak, alkışlar, gülbanklar ve coşkun sevinç gösterileriyle ilerleyişi anlatıldıktan sonra…)
… Yolun ortalarına geldiğimiz zaman, birdenbire sahne değişti. Matem simgesi gibi baştan aşağı siyahlara bürünmüş bir küme kadın içinden, iki levha taşıyan ikişerden dört kız, birdenbire yolun ortasına dikildi. Bu iki levhada Antakya ile İskendurun’un isimleri vardı ve levhalar Büyük Kurtarıcı’ya kendilerinin de kurtarılmasını söylüyordu.
… iki levha taşıyan dört kızın önüne başka bir kız geldi. 18 yaşlarında sevimli bir kız, söylev veriyor. Elinde kâğıt yok, dilinde sürçme yok, tavrında yapmacık yok, ruhtan gelen ve ruhlara giden nutku dinliyoruz.
Beş dakikalık bir söylev; fakat bu bir söylev değil, söz şekline girmiş bir hıçkırıktı. Söylemiyor, inliyor. Bu Antakyalı çocuk bir kız değil, vatandan ayrı kalan o beldelerin dile gelmiş bir ruhu, o beldelerin ağlayan ve ağlatan maneviyatıydı.
(Herkesin kendini tutamayarak ağladığı anlatıldıktan sonra…)
Büyük Kurtarıcı’ya “kurtar” diye yalvaran kız susmuştu. Şimdi bütün gözler Kurtarıcı’ya dikildi. Ne diyecek diye bekliyoruz. Onun gözleri de nemli miydi, bize mi öyle geldi, bilmiyorum; yağmurla yıkanmış güneşli birer gök parçası maviliğiyle ışıldayan gözlerini bir an göğe dikti; söyleyeceği sözü gözleriyle gökten avlamış gibiydi. İnsana o an gökten iniyor hissini veren bir tonla tane tane şunları söyledi:
“Kırk asırlık Türk yurdu ecnebi elinde kalamaz.”
O makalenin sonu şu satırla bitiyordu: “O, neyi söyledi de, yapmadı? Yapılmayacağını söylememek ve söylediğini yapmak: İskenderun ve Antakya, siz bizimsiniz ve bizim olacaksınız.”
Antakyalı kızın o sözleriyle Şef’ın o cevabı, Hatay davasının en başında bir bayrak gibi duruyor. Dava zaferle bitti. Fakat zaferi nasıl kazandık?
Atatürk ciğerinden hastadır. Fransa’dan getirilen doktor kesin olarak, mutlak bir dinlenmeye gerek görür. Hatay davasının sarp bir içeriğe büründüğü demler. Fransız telsizi Atatürk’ün hasta olduğunu ilan etti. Ne? Hasta mı? O davayı halletmemek için O’nun hastalığına mı güveniyorlar?
Hasta yatağından fırladı, hasta Başkumandanlık üniformasını giymiştir; hasta trene atlıyor, hasta, hasta olmadığını ispat için Hatay yakınlarındaki topraklara gidiyor. 16 yıl önce “Kırk asırlık Türk yurdu ecnebi elinde kalamaz” dediği topraklara.
O topraklarda günlerce teftişten sonra, tam dört saat ayakta durarak ordusuna geçit resmî yaptırdı. Hasta mı? Ne hastası? Dört saat, bir heykel dayanıklığıyla ayakta duran adam…
Öte tarafta harıl harıl telgraf işliyor, öte tarafta telaşlı telaşlı konuşmalar yapılıyor; öte tarafta panik ve… Hatay kurtulmuştur.
Hayat kurtuldu, fakat Hatay’ı kurtaran? Eğer bilimin dediği gibi, o hasta ciğerin sahibi dinlenmede kalsaydı, kim bilir, daha ne kadar yaşayacaktı. Oysaki Çukurova topraklarında davayı kazanmak azmiyle ayakta geçen dört saat… Şef, vücudunda ne kadar kuvvet ve ruhunda ne kadar enerji varsa hepsini hasta ciğerinin hakkından alarak o dört saate verdi. Bütün ömrünce o kadar yiğit yiğit bastığı bu toprak üstünde, son ayakta durabildiği dört saat; davanın uğruna ve ciğerin pahasına dimdik ayağa kaldıran dört saat: Dava muzaffer, ciğer bitik ve Şef, bir daha kalkmamak üzere yataktadır.
Hatay, Hatay! Seni kurtaran aynı zamanda senin şehidin oldu.
İsmail Habib Sevük - Atatürk’le Beraber
Atatürk'ün Yolunda
TEREF












Teref.info © 2015
E-mail: n_alp@mail.ru            Telefon: 051 933 93 21            Baş redaktor: Nurəddin (Xoca) İsmayılov
Məlumat internet səhifələrində istifadə edildikdə müvafiq keçidin qoyulması mütləqdir.